ALİYA İZZETBEGOVİC - İSLAM DEKLARASYONU
Elimizdeki kitap, Bosna'nın direnişçi ve bilge lideri Aliya'nın 1970'te yayınladığı bir bildiri niteliğini taşıyor.
Kitabın başında Aliya ve Bosna savaşı hakkında bilgi veren kısa bir sunuş bölümü yer alıyor.
Aliya konuya Batılıların artık orduları yerine düşünce ve sermayeleriyle Doğulular üzerinde tahakküm kurduğunu ifade ederek giriyor.
İlk bölümde Müslümanların geri kalmışlığı üzerinde duruyor.
Bireysel ve toplumsal hayatın tüm alanlarında İslam düşüncesinin yenilenmesi; tüm Müslüman toplumların İslam birliğini gerçekleştirmeye yönelik çaba sarf etmesi gerektiğini söylüyor.
Müslüman halkları heyecanlandıracak tek düşüncenin İslam olabileceğini; İslam'dan başka Müslümanları harekete geçirebilecek herhangi bir motivasyon kaynağı olmadığını ifade ediyor.
Bir Müslümanın, adı her ne olursa olsun bir milliyeti, lideri, partiyi, ideolojiyi vs. yüceltmesi ve bunlar uğruna kendini feda etmesini putperestlik olarak nitelendiriyor.
İslamî yenilenme fikrine karşı çıkan iki kesime yükleniyor. Muhafazakârları İslam'ı geriye çekmekle; modernistleri ise Müslümanlara yabancı bir gelecek hazırlamakla suçluyor. Her iki grubun da İslam'ı, Batılı görüş açısından hareketle sadece bir din olarak tanımladığını; oysa İslam'ın sadece bir inanç sistemi olmakla kalmayıp ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamdan eğitime her alanda söyleyecek sözü olan bir sistem olduğunu dile getiriyor.
İslam'da ruhbaniyet olmadığını hatırlatarak İslam'ın yorumlanmasını tekellerine almakla itham ettiği 'şeyh ve hoca' kesimine sert eleşirilerde bulunuyor.
Dünya gelişimine paralel olarak Kur'an-ı Kerim hükümlerini hayata geçirmek amacıyla şeriat'ın yeniden yapılandırılması gerektiği düşüncesini okuyucuyla paylaşıyor.
Modernistleri ise Batıyı yanlış anlamakla suçluyor. Batının gücünün yaşam biçiminden, Allahsızlıktan, ahlaksızlıktan kaynaklanmadığını; çalışma ve disiplinlerinden kaynaklandığını ifade ediyor. Bu konu üzerinde dururken Japonya-Türkiye karşılaştırması yapıyor. Japonya'nın Batının çalışma ve disiplinini örnek alarak gelişim gösterdiğini ve aynı zamanda kültürünu koruduğunu; Türkiye'nin ise Batının yaşam biçimini örnek alarak yüz yıl öncesinden çok farklı bir noktaya savrulduğunu söylüyor.
Asıl bağımsızlığın manevi bağımsızlık olduğunu; manevi bağımsızlığını yitirenlerin istiklalinin milli marş ve bayrağa indirgeneceğini dile getiriyor.
İslam'ın halkın gündelik hayatına etkisinin zayıflamasının toplum ve devletin de çöküşünü hızlandırdığını anlatıyor. Müslümanların güçlü dönemlerinin İslamî düşüncenin ön planda olduğu dönemler olduğunu tarihten örneklerle açıklıyor.
Müslümanların Kur'an'ın ne söylediğini dikkate almayıp; O'nu güzel okuma becerilerine indirgemesini sert bir şekilde tenkit ediyor. 'Nasıl uygulanacak' sorusundan kaçan Müslümanların 'nasıl okunacak' sorusuna sığındığını ifade ediyor.
Müslümanların eğitim sistemi konusunda eleştiriler yapılıyor. Batı düşüncesini aşılayan okulların halk ile aydın tabakası arasında uçuruma yol açtığını dile getiriyor.
Batı için ilerleme sağlayan laiklik ve milliyetçiliğin Müslümanlar için olumlu bir yönünün olmadığını anlatıyor. Müslüman dünyada İslam'a karşı bir adım atan güçlerin yalnızca direniş ve nefretle karşılaşacağını söylüyor. Halk kitlelerini harekete geçirmek isteyenlerin samimi olmasalar dahi İslamî parolalar kullanmak zorunda olduğunu ifade ediyor.
Mevcut durumda, Müslüman halklar İslamî bir duruş sergilese dahi onların önünde yürüyecek bir aydın kesimi olmadığını; ilk işin İslamî düşünen entelejansiyanın oluşturulması olduğunu dile getiriyor.
İkinci bölümde İslamî düzen konusunu inceliyor. İslamî iktidar olmadan İslamî toplumun yarım ve güçsüz kalacağını söylüyor. İslamî toplum olmadan İslamî iktidarın iş başına gelmesini ise zulüm olarak tanımlıyor. Bir toplumun ancak Allah adına terbiye edilebileceğini dile getiriyor.
İslamî her hareketin içinde siyasi bir hareketi de barındırdığını söylüyor.
Bu bölümde de İslam'in sadece bir din değil; hayatın her alanını kuşatan bir sistem olduğunu anlatıyor. İslam'ın tanzim ettiği bir alanda laiklik dahil diğer ideolojilere yer verilemeyeceği görüşünü okuyucuyla paylaşıyor.
İslam'ın değişmez prensipleri olmakla birlikte İslamî toplumsal ve siyasal sistemlerin değişime açık olduğunu ifade ediyor. Dinî ve bilimsel prensiplerin uyumundan bahsediyor.
Toplumsal konular hakkında görüşlerini açıklıyor.
Irk ve sınıf ayrımına karşı çıkarak tüm insanların eşit olduğunu söylüyor. Servetin bir kesimde toplanmasına karşı çıkarak toplum yararının gözetilmesi gerektiğini ifade ediyor. Zekat kurumunun güç kullanılarak da olsa faaliyete geçirilmesinin şart olduğunu beyan ediyor.
İslam'ın Müslümanlar toplumların üst kimliği olduğunu dile getiriyor.
Yönetim biçimi olarak cumhuriyeti ön plana çıkarıyor ve râşid halifeler dönemini de cumhuriyet rejimi olarak nitelendiriyor. Şahısların putlaştırılmasına sert bir şekilde karşı çıkıyor.
İktidarı ele geçirmeden önce insanları kazanmakla yola başlanması gerektiğini ifade ediyor.
İslamî düzeni demokrasinin zirvesi olarak tanımlıyor.
Müslümanların güçlü olmasının çalışmaya bağlı olduğunu bu konuda Müslümanların Allah indinde de bir imtiyazları olmadığını ayetlerle açıklıyor.
Çalışma ve bilgi edinme dışında mucize, mehdi vs. beklentisini anlamsız buluyor.
Kadınların eğitimli ve donanımlı olması gerektiğini söylüyor. Çok eşliliğin sona erdirilmesini öneriyor. Allah karşısında kadın ve erkeklerin eş değer olduğunu dile getiriyor. Batının kadını bir nesne olarak gördüğünü ve onu annelik sıfatından mahrum bıraktığını ifade ediyor.
İslamî düzende azınlıklıkların her türlü dinî özgürlüğe sahip olduğunu beyan ediyor.
Hedefin her vasıtayı uygun kılmayacağını; İslamî hedeflere alçak yöntemlerle ulaşılamayacağını dile getiriyo.
Üçüncü ve son bölüm İslamî düzenin bugünkü sorunları başlığını taşıyor. Bu bölümde konular hakkında kısa değerlendirmelerde bulunuyor. Burda da dinî düşüncenin yeniden yapılandırılmasından bahsediyor. İslamî devrimin evvela fertlerin nefislerinde gerçekleşeceğini söylüyor. Hiçbir değişimin iktidardan kaynaklı şekilde tepeden aşağıya gerçekleşmeyeceğini; ahlaki davetle gayeye ulaşılacağını ifade ediyor. Tebliğden önce ferdin kendini yenilemesi ve terbiye etmesi gerektiğini belirtiyor. Bunu da Kur'an'ın Mekke'de inen ayetlerinin iman ve sorumlulukla; hicret sonrası Medine'de inen ayetlerin ise siyasal ve toplumsal düzenle alakalı olmasına dayandırıyor.
Sonuç olarak İslamî yeniden doğuşun evvela ahlak alanında ardından ise siyasi manada gerçekleşmesi gerektiğini dile getiriyor. Ahlaki ve siyasi açıdan yeteri kadar olgunlaşmadan İslamî devrime kalkışmayı çok tehlikeli bulduğundan söz ediyor.
Müslüman halkları pasifleştiren ve umutsuzluğa sevk eden 'realizm' olgusunu yok saymamız gerektiğini söylüyor. Realizmin mazlumların mazlum, zalimlerin zalim olarak kalması demek olduğunu anlatıyor. Tarihin seyrinin sürekli değişim ve imkansızlıkların gerçekleşme yönünde ilerlediğini dile getiriyor. İnsanların ortak irade ile çalışması sonucunda gerçekleşmeyecek bir hedefin olmadığını söylüyor.
Müslüman coğrafyada yaşanan zulümlerin sadece kınama ile geçiştirilmesini eleştiriyor (burada elli yıldır İslam aleminin bir ilerleme sağlayamadığını görüyoruz).
İslam toplumlarında milliyetçiliğin değil ümmetçiliğin ön planda olması gerektiğini ifade ediyor. Müslümanlıkta İslamsız bir vatanseverliğin söz konusu olamayacağını söylüyor. Milliyetçiliğin ithal bir ideoloji olduğu görüşünü okuyucuyla paylaşıyor. Avrupa Birliği'nin gayesi olan Avrupalılık kimliği üzerinden Batının milliyetçiliği terk ettiğini anlatıyor (Günümüze baktığımızda Aliya'nın bu konuda yanıldığını görüyoruz. AB hızla parçalanmanın eşiğine gitmekte).
İslam alemindeki parçalanmışlıği savunan ve buna hizmet eden liderleri düşman olarak nitelendiriyor.
Kudüs'ün her karış toprağı alınana dek verilen kayıplara bakılmaksızın mücadeleye devam edilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Kapitalizmin özgürlükler ve hukuki güvence açısından; sosyalizmin ise fakirliğin klasik biçiminin ortadan kaldırılması ve eğitim açısından faydalı yönlerinin olduğunu söylüyor. Her ikisinin de vahşi ve kabul edilemeyecek yönlerinin bulunduğuna da işaret ediyor. Bu iki sistemden herhangi birinin kaçınılmaz olmadığını; önemli olanın teknik ve bilime dayalı üretimin sürekli olarak devam etmesi olduğunu ifade ediyor.
İslam dünyasının çok milletli bir organizasyon olarak geleceğe yön verebilecek potansiyeli taşıdığını düşünüyor. Bunun da duygusal birliğin, şuurlu ve teşkilatlanmış birliğe dönüşmesiyle mümkün olabileceğini dile getiriyor.
Son olarak tekrar mucize ve 'mehdi' beklemenin manasızlığına ve çalışma ve mücadelenin önemine değiniyor.
Aliya'yı coğrafya bakımından Batılı, inanç bakımından Doğulu olarak nitelendirebiliriz. Batılılaşmanın iki yüz yıldır tartışıldığı İslam aleminde, Batılı bir Müslüman olan Aliya'nın düşünceleri büyük kıymet taşımaktadır.
Tıpkı Aliya gibi Doğu-Batı zihniyetini harmanlamış olan Amin Maalouf ve Edward Said'in eserlerini de okuyarak meselede fikir sahibi olabiliriz.
Kitabın başında Aliya ve Bosna savaşı hakkında bilgi veren kısa bir sunuş bölümü yer alıyor.
Aliya konuya Batılıların artık orduları yerine düşünce ve sermayeleriyle Doğulular üzerinde tahakküm kurduğunu ifade ederek giriyor.
İlk bölümde Müslümanların geri kalmışlığı üzerinde duruyor.
Bireysel ve toplumsal hayatın tüm alanlarında İslam düşüncesinin yenilenmesi; tüm Müslüman toplumların İslam birliğini gerçekleştirmeye yönelik çaba sarf etmesi gerektiğini söylüyor.
Müslüman halkları heyecanlandıracak tek düşüncenin İslam olabileceğini; İslam'dan başka Müslümanları harekete geçirebilecek herhangi bir motivasyon kaynağı olmadığını ifade ediyor.
Bir Müslümanın, adı her ne olursa olsun bir milliyeti, lideri, partiyi, ideolojiyi vs. yüceltmesi ve bunlar uğruna kendini feda etmesini putperestlik olarak nitelendiriyor.
İslamî yenilenme fikrine karşı çıkan iki kesime yükleniyor. Muhafazakârları İslam'ı geriye çekmekle; modernistleri ise Müslümanlara yabancı bir gelecek hazırlamakla suçluyor. Her iki grubun da İslam'ı, Batılı görüş açısından hareketle sadece bir din olarak tanımladığını; oysa İslam'ın sadece bir inanç sistemi olmakla kalmayıp ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamdan eğitime her alanda söyleyecek sözü olan bir sistem olduğunu dile getiriyor.
İslam'da ruhbaniyet olmadığını hatırlatarak İslam'ın yorumlanmasını tekellerine almakla itham ettiği 'şeyh ve hoca' kesimine sert eleşirilerde bulunuyor.
Dünya gelişimine paralel olarak Kur'an-ı Kerim hükümlerini hayata geçirmek amacıyla şeriat'ın yeniden yapılandırılması gerektiği düşüncesini okuyucuyla paylaşıyor.
Modernistleri ise Batıyı yanlış anlamakla suçluyor. Batının gücünün yaşam biçiminden, Allahsızlıktan, ahlaksızlıktan kaynaklanmadığını; çalışma ve disiplinlerinden kaynaklandığını ifade ediyor. Bu konu üzerinde dururken Japonya-Türkiye karşılaştırması yapıyor. Japonya'nın Batının çalışma ve disiplinini örnek alarak gelişim gösterdiğini ve aynı zamanda kültürünu koruduğunu; Türkiye'nin ise Batının yaşam biçimini örnek alarak yüz yıl öncesinden çok farklı bir noktaya savrulduğunu söylüyor.
Asıl bağımsızlığın manevi bağımsızlık olduğunu; manevi bağımsızlığını yitirenlerin istiklalinin milli marş ve bayrağa indirgeneceğini dile getiriyor.
İslam'ın halkın gündelik hayatına etkisinin zayıflamasının toplum ve devletin de çöküşünü hızlandırdığını anlatıyor. Müslümanların güçlü dönemlerinin İslamî düşüncenin ön planda olduğu dönemler olduğunu tarihten örneklerle açıklıyor.
Müslümanların Kur'an'ın ne söylediğini dikkate almayıp; O'nu güzel okuma becerilerine indirgemesini sert bir şekilde tenkit ediyor. 'Nasıl uygulanacak' sorusundan kaçan Müslümanların 'nasıl okunacak' sorusuna sığındığını ifade ediyor.
Müslümanların eğitim sistemi konusunda eleştiriler yapılıyor. Batı düşüncesini aşılayan okulların halk ile aydın tabakası arasında uçuruma yol açtığını dile getiriyor.
Batı için ilerleme sağlayan laiklik ve milliyetçiliğin Müslümanlar için olumlu bir yönünün olmadığını anlatıyor. Müslüman dünyada İslam'a karşı bir adım atan güçlerin yalnızca direniş ve nefretle karşılaşacağını söylüyor. Halk kitlelerini harekete geçirmek isteyenlerin samimi olmasalar dahi İslamî parolalar kullanmak zorunda olduğunu ifade ediyor.
Mevcut durumda, Müslüman halklar İslamî bir duruş sergilese dahi onların önünde yürüyecek bir aydın kesimi olmadığını; ilk işin İslamî düşünen entelejansiyanın oluşturulması olduğunu dile getiriyor.
İkinci bölümde İslamî düzen konusunu inceliyor. İslamî iktidar olmadan İslamî toplumun yarım ve güçsüz kalacağını söylüyor. İslamî toplum olmadan İslamî iktidarın iş başına gelmesini ise zulüm olarak tanımlıyor. Bir toplumun ancak Allah adına terbiye edilebileceğini dile getiriyor.
İslamî her hareketin içinde siyasi bir hareketi de barındırdığını söylüyor.
Bu bölümde de İslam'in sadece bir din değil; hayatın her alanını kuşatan bir sistem olduğunu anlatıyor. İslam'ın tanzim ettiği bir alanda laiklik dahil diğer ideolojilere yer verilemeyeceği görüşünü okuyucuyla paylaşıyor.
İslam'ın değişmez prensipleri olmakla birlikte İslamî toplumsal ve siyasal sistemlerin değişime açık olduğunu ifade ediyor. Dinî ve bilimsel prensiplerin uyumundan bahsediyor.
Toplumsal konular hakkında görüşlerini açıklıyor.
Irk ve sınıf ayrımına karşı çıkarak tüm insanların eşit olduğunu söylüyor. Servetin bir kesimde toplanmasına karşı çıkarak toplum yararının gözetilmesi gerektiğini ifade ediyor. Zekat kurumunun güç kullanılarak da olsa faaliyete geçirilmesinin şart olduğunu beyan ediyor.
İslam'ın Müslümanlar toplumların üst kimliği olduğunu dile getiriyor.
Yönetim biçimi olarak cumhuriyeti ön plana çıkarıyor ve râşid halifeler dönemini de cumhuriyet rejimi olarak nitelendiriyor. Şahısların putlaştırılmasına sert bir şekilde karşı çıkıyor.
İktidarı ele geçirmeden önce insanları kazanmakla yola başlanması gerektiğini ifade ediyor.
İslamî düzeni demokrasinin zirvesi olarak tanımlıyor.
Müslümanların güçlü olmasının çalışmaya bağlı olduğunu bu konuda Müslümanların Allah indinde de bir imtiyazları olmadığını ayetlerle açıklıyor.
Çalışma ve bilgi edinme dışında mucize, mehdi vs. beklentisini anlamsız buluyor.
Kadınların eğitimli ve donanımlı olması gerektiğini söylüyor. Çok eşliliğin sona erdirilmesini öneriyor. Allah karşısında kadın ve erkeklerin eş değer olduğunu dile getiriyor. Batının kadını bir nesne olarak gördüğünü ve onu annelik sıfatından mahrum bıraktığını ifade ediyor.
İslamî düzende azınlıklıkların her türlü dinî özgürlüğe sahip olduğunu beyan ediyor.
Hedefin her vasıtayı uygun kılmayacağını; İslamî hedeflere alçak yöntemlerle ulaşılamayacağını dile getiriyo.
Üçüncü ve son bölüm İslamî düzenin bugünkü sorunları başlığını taşıyor. Bu bölümde konular hakkında kısa değerlendirmelerde bulunuyor. Burda da dinî düşüncenin yeniden yapılandırılmasından bahsediyor. İslamî devrimin evvela fertlerin nefislerinde gerçekleşeceğini söylüyor. Hiçbir değişimin iktidardan kaynaklı şekilde tepeden aşağıya gerçekleşmeyeceğini; ahlaki davetle gayeye ulaşılacağını ifade ediyor. Tebliğden önce ferdin kendini yenilemesi ve terbiye etmesi gerektiğini belirtiyor. Bunu da Kur'an'ın Mekke'de inen ayetlerinin iman ve sorumlulukla; hicret sonrası Medine'de inen ayetlerin ise siyasal ve toplumsal düzenle alakalı olmasına dayandırıyor.
Sonuç olarak İslamî yeniden doğuşun evvela ahlak alanında ardından ise siyasi manada gerçekleşmesi gerektiğini dile getiriyor. Ahlaki ve siyasi açıdan yeteri kadar olgunlaşmadan İslamî devrime kalkışmayı çok tehlikeli bulduğundan söz ediyor.
Müslüman halkları pasifleştiren ve umutsuzluğa sevk eden 'realizm' olgusunu yok saymamız gerektiğini söylüyor. Realizmin mazlumların mazlum, zalimlerin zalim olarak kalması demek olduğunu anlatıyor. Tarihin seyrinin sürekli değişim ve imkansızlıkların gerçekleşme yönünde ilerlediğini dile getiriyor. İnsanların ortak irade ile çalışması sonucunda gerçekleşmeyecek bir hedefin olmadığını söylüyor.
Müslüman coğrafyada yaşanan zulümlerin sadece kınama ile geçiştirilmesini eleştiriyor (burada elli yıldır İslam aleminin bir ilerleme sağlayamadığını görüyoruz).
İslam toplumlarında milliyetçiliğin değil ümmetçiliğin ön planda olması gerektiğini ifade ediyor. Müslümanlıkta İslamsız bir vatanseverliğin söz konusu olamayacağını söylüyor. Milliyetçiliğin ithal bir ideoloji olduğu görüşünü okuyucuyla paylaşıyor. Avrupa Birliği'nin gayesi olan Avrupalılık kimliği üzerinden Batının milliyetçiliği terk ettiğini anlatıyor (Günümüze baktığımızda Aliya'nın bu konuda yanıldığını görüyoruz. AB hızla parçalanmanın eşiğine gitmekte).
İslam alemindeki parçalanmışlıği savunan ve buna hizmet eden liderleri düşman olarak nitelendiriyor.
Kudüs'ün her karış toprağı alınana dek verilen kayıplara bakılmaksızın mücadeleye devam edilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Kapitalizmin özgürlükler ve hukuki güvence açısından; sosyalizmin ise fakirliğin klasik biçiminin ortadan kaldırılması ve eğitim açısından faydalı yönlerinin olduğunu söylüyor. Her ikisinin de vahşi ve kabul edilemeyecek yönlerinin bulunduğuna da işaret ediyor. Bu iki sistemden herhangi birinin kaçınılmaz olmadığını; önemli olanın teknik ve bilime dayalı üretimin sürekli olarak devam etmesi olduğunu ifade ediyor.
İslam dünyasının çok milletli bir organizasyon olarak geleceğe yön verebilecek potansiyeli taşıdığını düşünüyor. Bunun da duygusal birliğin, şuurlu ve teşkilatlanmış birliğe dönüşmesiyle mümkün olabileceğini dile getiriyor.
Son olarak tekrar mucize ve 'mehdi' beklemenin manasızlığına ve çalışma ve mücadelenin önemine değiniyor.
Aliya'yı coğrafya bakımından Batılı, inanç bakımından Doğulu olarak nitelendirebiliriz. Batılılaşmanın iki yüz yıldır tartışıldığı İslam aleminde, Batılı bir Müslüman olan Aliya'nın düşünceleri büyük kıymet taşımaktadır.
Tıpkı Aliya gibi Doğu-Batı zihniyetini harmanlamış olan Amin Maalouf ve Edward Said'in eserlerini de okuyarak meselede fikir sahibi olabiliriz.
Yorumlar
Yorum Gönder