Erik Jan Zürcher - Bir Ulusun İnşası: Jön Türk Mirası

Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyet'in kuruluş tarihiyle ilgili araştırmalarıyla tanınan Hollandalı akademisyen Erik J. Zürcher bu kitabında Jön Türkler'i incelemiş.

İlk bölümde yararlanılabilecek kaynaklar ele alınıyor. Mustafa Kemal'in Nutuk ve buna cevap olarak yazılan Kazım Karabekir'in İstiklal Harbimiz eserleri karşılaştırılıyor.
Nutuk için; kendini savunmak ve konumunu güçlendirmek için tarihe el atan bir siyasetçinin ürünü ifadesini kullanıyor.
Bu bölümde son olarak ünlü oryantalist Bernard Lewis'in eserleri hakkında değerlendirmeler yapılıyor. Yazar birçok noktada Lewis'e muhalefet ediyor. Özellikle Lewis'in Türk laik-ulus devletinin başarılı olduğu görüşü dört askeri darbeye dayanılarak çürütülüyor. Yazar laik-ulus devletin silah gücüyle korunduğunu dile getiriyor.
Bu bölümün sonunda Türkiye'nin etnik temizlik sonucunda kurulan bir devlet olduğu gibi insafsız ve gerçeklere dayanmayan bir tespit yapıyor.

İkinci bölümde Osmanlı'nın son dönemi inceleme altına alınıyor.
Osmanlı'nın yıkılmasında insan gücü, para ve endüstriyel temel eksikliği gibi birçok nedenin etkili olduğunu söylüyor.
31 Mart olayları anlatılıyor. İsyana sebep olarak Jön Türkler'in kendi anlayışlarını muhafazakar halka yukarıdan dayatması gösteriliyor.
31 Mart'ın bastırılması sonrası İttihatçılar'ın muhalefeti susturmasının; 1925'deki Şeyh Sait isyanı sonrası Chp'nin muhalefeti lağvetmesiyle benzerlikleri dile getiriliyor.
İttihatçıların Sultan Reşad vasıtasıyla Balkanlar'ı elde tutmak için sarf ettiği çabalar anlatılıyor.
Daha sonra Jön Türkler'in ortaya çıkış süreci okuyucuya aktarılıyor. Meşrutiyet'ten Milli Mücadele'ye ve sonrasındaki yeni ulus devlete kadar Jön Türkler'in oynadıkları rol inceleniyor.
Jön Türkler'in eğitim, etnik kökenleri ve aile yapıları hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyor. Jön Türkler'in birçok etnik kökenden gelen bir çeşit Osmanlı Müslüman milliyetçisi bir hareket olduğu söyleniyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Milli Mücadele'yi örgütleyenlerin de Jön Türkler olduğundan bahsediliyor. Bu bölümde Mustafa Kemal'in İttihat ve Terakki Cemiyeti'ndeki konumu da işleniyor. Mustafa Kemal'in bir İttihatçı olduğu fakat hiçbir zaman İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde karar mekanizmasında yer alan biri olmadığı söyleniyor. Bunun da daha sonra Milli Mücadele'ye liderlik etmesinde kendisine avantaj sağladığını belirtiyor. Çünkü 1908'den 1918'e ülkeyi yöneten İttihatçılar'ın lider kadrosu Balkan ve dünya harbindeki kayıplardan sorumlu tutuluyordu. İttihatçılar'ın tanınan bir ismi olmaması ve dünya savaşındaki başarıları Mustafa Kemal'i Milli Mücadele'nin liderliğine taşımıştı.
Yine bu bölümde son dönem Osmanlı'nın demografik yapısı inceleniyor. Savaşlardaki ölümler, salgın hastalıklar ve göçlerle ilgili istatistiki bilgiler veriliyor.
1923 Türkiye'sinin Osmanlı'dan çökmüş bir ekonomik miras devraldığı belirtiliyor.
Mustafa Kemal'in 1926 yargılamalarıyla Milli Mücadele'yi beraber yürüttüğü birçok silah arkadaşını devre dışı bırakarak gücü ve liderliği tek elde topladığı ifade ediliyor.
Mustafa Kemal ve çevresinin, Batı medeniyetinin bölünmez olduğu anlayışıyla bir bütün olarak alınması gerektiğini düşündüğünü söylüyor.

Milli Mücadele'nin İslami bir çizgide yürütüldüğu ve sonrasında katı seküler-laik sisteme sert bir geçiş yapıldığı ifade ediliyor.
Yeni rejimin kendini halkçı olarak tanıtsa da kapitalistleri desteklediği; köylü ve çiftçiyi büyük toprak sahipleri ve burjuvazinin insafına terk ettiğini iddia ediyor.

Sonraki bölümde genel olarak Birinci Dünya Savaşı inceleniyor.
1844'ten dünya harbinin sonuna Osmanlı'nın ordu yapısı hakkında bilgiler veriliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda ordunun kahir ekseriyetini Anadolu'daki köylü nüfusun oluşturduğu belirtiliyor.
Savaş sırasında ölenlerin çoğunun salgın hastalıklardan öldüğü söyleniyor.
Osmanlı ordusunun en büyük problemlerinden birinin demiryollarının eksikliğinden ötürü nakliyat olduğu dile getiriliyor.

Son bölümde yine Jön Türkler'den başlayıp yeni devletin kuruluş süreci anlatılıyor.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ve devamındaki Mustafa Kemal hareketinin belirli bir ideolojik çizgide saplantılı olmadığı; dönemin şartlarına göre Osmanlıcı, İslamcı, Türkçü politikalar güttükleri ifade ediliyor. Fakat 1923-1924'ten sonra yeni rejimin seküler-ulus devlet tercihinde bulunduğunu söylüyor.

Yazar 1915'teki tehciri soykırım olarak kabuk edip; bu olayların emrinin Jön Türkler'in genellikle Balkanlar'dan kaçmak zorunda kalan subaylar tarafından verildiğini söylüyor. Yani bir nevi intikam dürtüsüyle hareket edildiğini iddia ediyor.

Bu bölümde Osmanlı'daki siyasal hareketler bağlamında muhafazakarlık tanımı yapılıyor.

Yeni kurulan devletle Rıza Pehlevi İran'ı mukayese ediliyor. Pehlevi'nin kendi başkenti dışında etkinlik alanı olmayan İran'da neredeyse sıfırdan bir devlet kurduğunu; Mustafa Kemal'in ise bu konuda yüz yıllık bir başarının üstüne inşa yaptığı dile getiriliyor.

Mustafa Kemal'in dini alanda yaptığı reformların ciddi bir direnişle karşılaşmadığı; bunun Osmanlı'da dahi dinin devletin kontrolünde olmasından kaynaklandığını iddia ediyor.

1925'te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunuyla kemalist devrimlerin herhangi bir muhalefete imkan tanınmadan gerçekleştirildiği hatırlatılıyor.
Halkevleri'nin rejim tarafından halkı kontrol altında tutma amaçlı kullanıldığı belirtiliyor.
Değişimlerin çoğu sembolik olsa dahi yaşam kalitesinin yavaş da olsa arttığı belirtiliyor.

Yine bu bölümde 1930'lu yıllarda Türkiye'yi gezen iki gezginin gözlemleri okuyucuya aktarılıyor.

Hilafet ve laikliğin ele alındığı başlıkta Türkiye'de günümüzde dahi tartışmaların laiklik ve din etrafında şekillendiği söyleniyor.
Bu bölümde yazar ilginç bir tespit yapıyor. Abdülhamid, Jön Türkler ve kemalist rejimin dine karşı ortak bir yaklaşımı olduğunu söylüyor. Her üçünün de kurumsallaşmış İslami yapıyı kontrol altında tutmak ve onu devleti güçlendirmek maksadıyla hareket ettiğini iddia ediyor. Bunu gerçekleştirirken de homojen Sünni-İslam yapının tercih edildiğini dile getiriyor. Osmanlı ve yeni devletin İslami politikalar söz konusu olduğunda bir süreklilik arz ettiğini söyleyip; siyasal amaçları uğruna İslam'ın araçsallaştırıldığı düşüncesini dile getiriyor.
Yeni rejimin 1930'larda milliyetçi politikaları takip ettiğini belirtiyor. Bunun yalnızca Türkiye'ye özgü bir durum olmadığı dönemin Avrupa'sında da aynı eğilimin egemen olduğu açıklanıyor.

1945'te çok partili hayata geçişte Batı eksenine girme çabasının yanında İsmet İnönü'nün demokratik tutumunun da etkili olduğu ifade ediliyor.
Çok partili hayata geçişle birlikte diktatörlük inişe geçmeye başlasa da tek parti devletinin ideolojik mirasının yaşamaya devam ettiği dile getiriliyor.

Kitabın genelinde Jön Türk hareketinin meşrutiyetten çok partili hayata geçişe dek Türk siyasal hayatında başrolü oynadığı anlatılıyor. Yeni devleti kuranlar her ne kadar inkar etse bile Milli Mücadele'nin Jön Türk mirasıyla başarıya ulaştığı düşüncesi işleniyor.

Kitapta sık sık Türk ve yabancı yazarların kaynaklarına başvuruluyor. Bazı bölümlerde tarihler ve ülkeler arasında istatistiki mukayeseler yapılıyor.

Osmanlı'nın yıkılış ve yeni devletin kuruluş sürecini dışarıdan, objektif bir şekilde ele almasından dolayı değerli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bernard Lewis - Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları

Roger Garaudy - Geleceğimizde İslam Var

İsmail Lütfi Çakan - Ana Hatlarıyla Hadis