Amin Maalouf - Ölümcül Kimlikler

Lübnan'da doğup Fransa'da yaşayan, Hırıstiyan bir Arap olan Amin Maaluof bu eserinde 'kimlik' konusunu işliyor.

Başta kısaca kendini ve kitabı tanıtıyor. Lübnan'dan Fransa'ya göç edişinden bahsediyor.

Kimliğim başlıklı ilk bölümde insanların baskı gördüğü konuda reaksiyon gösterdiğini belirtiyor. Mesela inançları tehdit altında olan insanların dinsel aidiyetlerini ön plana çıkardığını buna karşılık etnik ayrıma maruz kalanların bu durumda dindaşlarıyla bile savaştığı anlatılıyor. 
İnsanların her ne kadar aynı soy, din vs. ortak paydaları olsa da birbirlerinden farklı olduğunu söylüyor.
Bir ırkı veya din mensuplarını kategorik olarak yargılamanın yanlış olduğuna dikkat çekiliyor.
İnsanın kimliğini doğarken kazanmadığını bunun çevreyle oluştuğunu dile getiriyor.
İnsanın tek bir aidiyetine dokunulduğunda dahi bütün kimliğinin sarsıldığı söyleniyor.
Daha önce sömürgeye, katliama uğramış toplulukların kendi aşırılıklarının dikkate alınmamasından yakınılıyor. (Nazi soykırımına maruz kalan Yahudiler, Saddam zulmüne uğrayan Şii gruplar, Esed zulmüne uğruyan Kürt gruplar vs.)*
Yine bu bölümde göçmenlerden ve ev sahibi halklardan bahsediyor. Göçmenlerin gittikleri ülkelerdeki davranış biçimleri anlatılıyor.

İkinci bölümde hiçbir ideolojinin kendiliğinden özgürlükçü olamayacağı, hepsinin elinin kana bulaşabileceği, yozlaşabileceği söylenip ideoloji ve dinlerin insanların elinde şekil alacağı iddia ediliyor.
Müslümanların uzun yıllar boyunca hoşgörüye dayalı ve diğer dinlere saygılı sistemler kurabildiğinden söz ediliyor. Hoşgörü, demokrasi, modernizm gibi kavramları Hıristiyanlıkla özdeşleştirip; Müslümanlık'ı despotizmle eş tutan oryantalist düşünce tarzı eleştiriliyor. Hiçbir dinin hoşgörüsüzlükten soyutlanamayacağı fakat  İslam'ın karnesinin bu konuda Hıristiyanlıktan daha iyi olduğu belirtiliyor. Müslüman dünyanın yüzyıllar boyu özgürlüğün öncülüğünü yaparken kendini nasıl geride bulduğu anlatılıyor.
Uzun süre hoşgörüyü tanımayan, totaliter eğilimler taşıyan Hırıtiyanlık'ın zamanla bir açıklık dinine dönüşürken; İslam'ın açıklığı içinde barındırırken hoşgörüsüz ve totaliter hale geldiği iddia ediliyor.
Dinin ona inananların kaderinden ayrı tutulamayacağını belirtip,  dinlerin halklar üzerindeki etkisinin abartıldığını; halkların dinler üzerindeki etkisinin dikkate alınmadığını söylüyor. Buna bağlı olarak Batı toplumunun kendi ihtiyacına uygun bir kilise yarattığını; Müslüman dünyasının da sürekli kendine benzeyen bir din ortaya çıkardığını anlatıyor.
Müslüman halkların Batı'ya olan nefretinin altında inanç faktörünün değil; yoksulluk, küçümsenme gibi etkilerin olduğunu belirtiyor.
Batı'nın ilerleyişi karşısında Müslümanlar'ın geri kalmasının sebebinin dinin modernleştirilemez olmasından değil; toplumun modernleşememesinden kaynaklandığını belirtiyor. Ayrıca modernliğin 'öteki'nden gelmesi durumunda bazı insanların gericilik simgelerine sarıldığını söylüyor.

Küreselleşmenin ele alındığı bölümde dinin ne bilim ne de siyasi bir ideoloji tarafından asla tarihe gömülemeyeceği; değişime uğrasa bile insanların hayatında var olmaya devam edeceği vurgulanıyor.
Evrensel insan hakları beyannamesi varken özel yasaların, dinsel şeriatlerin varlığına karşı çıktığını belirtiyor. Geleneklere ancak saygıdeğer oldukları ölçüde saygı gösterilebileceğini söylüyor.

Farklı konuların ele alındığı son bölümde bir toplumun modernlikte 'yabancı eli gördüğünde onu reddetmeye meyilli olduğu söyleniyor. Devamında dünyanın hiçbir ırksal veya dinsel gruba ait olmadığı belirtiliyor.
Demokrasinin olmadığı bir laikliğin hem demokrasi hem laiklik için felaket doğuracağı iddia ediliyor.
Küreselleşen dünyada çok dilliliğin önemi anlatılıp herkesin dilini korumasının öneminden bahsediliyor.
Yazar eserini doğduğu coğrafya olan Ortadoğu'ya dair bir dilekle sonlandırıyor: "Tıpkı Lübnan'a, Fransa'ya ve Avrupa'ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu'ya 'vatan' ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi, Hıristiyan bütün çocuklara 'vatandaş' diyebileceğim günün hayalini kuruyorum.

Yazar ortak yasa ve gelenek gibi konularda kültürel farklılıkları göz önüne almıyor. Özellikle yasa yani hukuk konusunda Türkiye örneği dikkat çekicidir. Yaklaşık yüz yıl evvel ithal ettiğimiz hukuku hala benimsemiş değiliz.

Yazar Müslümanlar'ın Batılılara olan nefretini anlattığı bölümde kitabı 2000 yılında yazdığı için Batı'nın Afganistan, Irak, Suriye gibi coğrafyaları kana bulamasından bahsedilmiyor. Fakat kitapta nefret konusu Doğu-Batı kapsamında ele alındığı için Vietnam'dan, Cezayir'den, Ruanda vs. bahsedilebilirdi.

Bir bölümde iletişim teknolojilerin gelişmesiyle küreselleşmenin hızlanacağını söylüyor. 17 yıllık süreçte iletişim imkanları hızla gelişti fakat dünyanın aynı hızda bir etnik ve dinsel kutuplaşmaya gittiğini görüyoruz. Yani yazarın düşündüğü anlamda bir küreselleşme gerçekleşmiyor.

Amin Maalouf için İslam aleminin Aliya'sı diyebiliriz. Aliya Batılı bir Müslüman, Maalouf ise Doğulu bir Hıristiyan. Aliya Müslümanları birçok konuda eleştirirken, Maalouf oryantalizmi yerin dibine sokuyor. Batı'ya ve Müslümanlığa Doğulu bir Hıristiyan'ın gözüyle bakmak isteyenlerin okuması gereken bir kitap.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bernard Lewis - Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları

İsmail Lütfi Çakan - Ana Hatlarıyla Hadis

İLBER ORTAYLI - MUSTAFA KEMAL ATATÜRK